GÖÇ Meselesini Tartışırken, İnsanlığımız GÖÇmemeli! 07.05.2022
Türkiye, binlerce yıllık tarihi arka planı olan bir anlayışla yıllarca insani yardım ve kalkınma yardımları alanlarında dünyada iddialı çıkışlar yaptı, birincilikler aldı ve her toplantının örnek gösterilen ülkesi oldu. Vakıf medeniyetinin en güzel örneklerini, devlet / millet işbirliğini sergiledi, az-çok demeden elindekileri ihtiyaç sahipleriyle paylaşmaya hep özen gösterdi. Özellikle dünyada yaklaşık 150 ülkede gerçekleştirdiği kalkınma işbirliği projeleriyle, özellikle insanların kendi ülkelerinde iş, üretim ve istihdam konularında kendilerine yetebilmelerini temin ederek çağımızın en önemli küresel sorununa dönüşen göçü engellemeyi amaçladı. Adeta hayırda yarışan bu milletin samimi duruşunu, inşallah bundan sonra da hiçbir çirkin yakıştırma veya iftira gölgede bırakamayacak.
Türkiye Yardımseverliğiyle Dünyaya Öncü Olmuşken;
Türkiye, binlerce yıllık tarihi arka planı olan bir anlayışla yıllarca insani yardım ve kalkınma yardımları alanlarında dünyada iddialı çıkışlar yaptı, birincilikler aldı ve her toplantının örnek gösterilen ülkesi oldu. Vakıf medeniyetinin en güzel örneklerini, devlet / millet işbirliğini sergiledi, az-çok demeden elindekileri ihtiyaç sahipleriyle paylaşmaya hep özen gösterdi. Özellikle dünyada yaklaşık 150 ülkede gerçekleştirdiği kalkınma işbirliği projeleriyle, özellikle insanların kendi ülkelerinde iş, üretim ve istihdam konularında kendilerine yetebilmelerini temin ederek çağımızın en önemli küresel sorununa dönüşen göçü engellemeyi amaçladı. Adeta hayırda yarışan bu milletin samimi duruşunu, inşallah bundan sonra da hiçbir çirkin yakıştırma veya iftira gölgede bırakamayacak. Onca emek ve zahmetten sonra birtakım sui misaller ile, ülkemizin kazanmış olduğu bu küresel itibara halel getirilemeyecek. Karşılaşılan her türlü tehdit ve tahrike rağmen soğukkanlı, ahlaklı ve dengeli yaklaşımların devam edeceğine dair düşüncelerimizi en başta ifade ederek başladıktan sonra;
Kitleleri İnfiale Sürükleyecek Tahriklerden Kaçınmalı
Son günlerde maalesef düzensiz göçmenler / sığınmacılar meselesinin aniden normalin dışında olacak şekilde tartışmaların ana konusu yapılması her kesimin dikkatini çekmiştir. Pek çok ülke için göçmenler meselesi, öyle birkaç hamlede çözülebilme şartlarının çok uzağındadır artık. Zaman zaman sokaktaki münferit çirkin örneklerin ya da bazılarının siyasi rant elde etme hedefi güden söylemlerinin gündeme gelmesi haricinde, tarihimizde de görüleceği üzere aslında yabancı düşmanlığı yapılmayan ender ülkelerden biriyiz. Mide bulandırıcı, tahrik edici sosyal medya paylaşımları veya videolarla dikkat çekecek, hassasiyetleri üzerinden kamuoyunu terörize edici haller ile bir galeyana zemin oluşturacak, Hükümeti bir zafiyet ve acziyet içinde gösterebilecek eski / yeni, Türkiye’de ya da başka ülkelerde çekilmiş ilgisiz görüntülerle infial oluşturulmak istendiği apaçık görülmektedir. Başta İstanbul olmak üzere, çeşitli illerin mahallelerinde çekilmiş görüntüler üzerinden pek çok vatandaşın tahrik ve taciz edilmesi sağlanabilmektedir. Korku ve tahrik unsurları ile dolu bir kısa filmin çekilmesi ise, meselenin gündemin iyice göbeğine yerleşmesine, konuların çok uzağında kalanların dâhi dikkatlerinin buraya yoğunlaşmasına, duygusal ve fevri çıkışların yapılmasına neden oldu. Problemlerin kısa uyarıcı filmlerle anlatılması her zaman etkili olmuştur. Tedbir alma ve bilinç oluşturma adına kısa filmler çoğu kez yararlı bir yöntem olarak görülebilir. Ancak, duyguları kontrol edememe, korku, nefret, saldırganlık ya da isyan duygularını tetikleyebilecek türden bu tarz film çekimleri toplumsal dayanışmayı ciddi anlamda zedeleyebilir; güvenlik sorunlarına neden olabilir.
Bu ve benzeri girişimler, milletimizin tarihe mâl olmuş feraseti sayesinde yapanlara da bir fayda sağlamaz, sağlamamıştır da, çünkü kalıcı etkisi yoktur; sabun köpüğü gibi kabarır ve söner. Tabi bu tür filmleri yapanların genel amacı bellidir. En masum yorumlama ile amaç; uzun vadeli olarak bilinçaltının hazırlanması, seçim veya referandumlar gibi kritik dönemlerde kitlesel hareketlere zemin oluşturulmasıdır…
Kentlerin Kültürel ve Tarihi Kimliklerinin Korunması Tabi Ki Önemli Ama…
Kent dokusunun bozulması endişesi çok da yersiz değildir. Her şehrin sakinleri ve yöneticileri kendi tarihi ve kültürel mirasını korumak ister. Nesilden nesile damıtılarak akıp gelen geleneğin korunmasını ister, sokaklarının, mahallelerin genel ahvalinin muhafazası için çaba sarf eder. Büyük savaşlardan, 100 yıllık zorlu çabalardan sonra yeniden kurulan devletimizin ortak paydasını ve inşa edilen “dokusunu” tahrip etmeden gelişimine ve genişlemesine önem vermek herkesin sorumluluğunda olan ciddi bir amaçtır.
Balkanlardan, Kafkaslardan, Ortadoğu’dan hatta Afrika’dan Anadolu’ya yıllarca akan göç trafiği neticesinde marşlarımıza dahi konu edilmiş “On Yılda On Beş Milyon Genç…” ifadesi önemlidir. Hatta sebebini pek de anlamadığımız tuhaf bir şekilde, 28 Şubat’ın ışıkları söndürme eylemlerinde muhafazakâr kesimleri protesto etme marşına bile dönüştürülmesini bir kenara bırakacak olursak, bu marş, yıkılmış, yok olmuş bir İmparatorluk bakiyesinden, âdeta küllerinden yeniden doğarak; Anadolu’da üniter yeni bir devlet anlayışıyla ve ırki sâiklerden ziyade vatandaşlık temeline dayanan ortak bir milletin inşa edildiği bir güçlenme sürecini anlatmaktadır.. Kan ve gözyaşları ile yeniden inşâ ettiğimiz bu genç devletimizi hep birlikte, ortak inanç ve kararlılıkla kurmamıza rağmen; hâlen daha kısmen de olsa birileri öteki demekten çekinmese de genel olarak 100 yılı tamamlarken ve Cumhurbaşkanımızın “Tek Bayrak, Tek Devlet, Tek Millet ve Tek Vatan” kararlılığı ile bu konu da çok şükür hal yoluna artık girmiştir. Günümüzde 90 milyon nüfusa yaklaşan, bölgenin en güçlü devleti konumuna gelmiş, süper devletler arasında hassas dengeler kurabilen ve artık çıktığı yeni kulvarında siyasi, askeri, diplomatik ve istihbari güce ulaşmış bir Türkiye’ye kavuşmuşken, bu telaş niye?
Ülke sathına yayılmış düzensiz göçmenlerin önemli bir kısmı üçüncü ülkeye geçişi kollamaktayken, diğer bir kesimi geri döneceği (döndürüleceği) günlerini beklemekteyken ve yine önemli bir kesimi de boşalmış tarımsal alanlarda çoban/çiftçi olarak ya da atölyelerde nadiren bulunabilen teknik/mesleki yetkinlik gereken işlerde çalışırken, aniden kopartılan fırtınanın sebebi nedir?
Ülkemizin sınai ve tarımsal üretim alanlarında mavi yakalı işgücü açığından şikâyet edilirken; onca istihdama rağmen hâlâ üretim hatlarında 4-5 milyonluk istihdam açığı olan sanayi sitelerindeki vasıflı/vasıfsız işçi arayışları yıllardır devam ederken, bu kolaycı yaklaşımların sebeb-i hikmeti nedir?
Şehir merkezlerinde birtakım genç kitlelerin serseri mayın misali kayıtsız kuyutsuz dolaşan görüntüleri tabi ki herkesi rahatsız eder. Sadece yabancıların değil, o şehirlerin kendi gençlerinin de avare avare ortalıkta dolaşması, eğitim/okul yüzü görmemesi ya da bir işle iştigal etmemesi, şehrin sakinlerini rahatsız edecek çirkin hâl ve davranışlar içinde olmasını hiç kimse tasvip edemez. Bunların yaşanmaması için gerekli müdahaleyi o illerin yöneticilerinin yapması gerekir (Tabi ki yerel yönetimlerin, belediye başkanlarının ve mülki idari amirlerin ortaklaşa çalışmalarıyla!). Herkesin, omzundaki sorumluluğu başkalarına yıkmaya çalışmadan, popülizm malzemesine dönüştürmeden ve siyasetinin ucuz öğesi olarak görmeden sorunların üzerine gitmesi ve bunu ortak akılla çözmesi elzemdir. Yani muhalefetin de “biz iktidara gelince bu konuların tamamını hemen çözeriz” diyerek elini taşın altına koymadan siyaset yapmayı bırakması; en azından halihazırda yönettikleri şehirlerde yerel yönetimler olarak somut adımlar atmaları ve çözüm başarılarına ortak olmayı denemeleri, daha etkili bir siyaset yapmalarına fırsat verecektir.
Bugün için İstanbul sokaklarında gözlere batan nahoş görüntülere hep birlikte ortak tavır ve tepkilerin verilmesi, sıkıntıların elbirliği ile giderilmesi (ya da azaltılması) için millet/devlet işbirliğiyle ortak bir dayanışmanın kurulması etkili bir yöntem olacaktır. Hem tarihi /kültürel dokuyu gelecek nesillerimiz için çok iyi korumalıyız; hem de bin bir zahmet ve masrafla tanıtımını yaparak geliştirdiğimiz ve ekonomimizde önemli bir paya sahip olan turizm sektörümüzün bu konulardan olumsuz etkilenmemesini de temin edebilmeliyiz.
Sokakta Kötüler Var Diye Her Yabancı Asla Kötü Olamaz
Diğer taraftan sokaktaki yabancı uyruklulara yaklaşırken yaş ile kuruyu birbirine karıştırmadan, ayrık otları iyi ayırılabilmelidir. 90’lı yıllarda ülkemize önemli miktarda döviz bırakan, dolaylı ihracat kapımız olan, bavul ticareti için gelenlere, önemli iş adamlarına/kadınlarına karşı yapılan tacizleri de hatırlamak gerekir. Turistik amaçlı, ticari (fuar ve iş görüşmeleri için) veya önemli yatırım ve istihdam kapıları açmak üzere gelenlere gereken itinayı göstermemiz, her kesimin nazik ve saygılı olmalarına (taksi, lokanta, otel, kafe veya hayatın diğer tüm alanlarında) yardımcı olmamız gerekmektedir. Ayrıca dünyada hizmet ihracatının önemli öğelerinden biri olan, ülkemize eğitim amacıyla gelmiş ve sayıları 260 bine ulaşan uluslararası öğrencilerin ülkemize aktüel ve uzun vadeli ekonomik ve stratejik katma değeri göz ardı edilmemeli (ki bunların 15 bin kadarı devletimizin burslarıyla eğitim görmektedir). Bu gençlerle yakından ilgilenmek, onlara ülkemizi sevdirmek ve ülkelerine Türkiye hayranı, muhibbi olarak dönmelerini sağlamak, hepimizin milli ve insani görevidir. Her ülkede olduğu gibi büyük metropollerin pahalı ve zorlu koşullarında yarı zamanlı, ülkemiz için yararlı ise mezun olduktan sonra da (resmi izin ve kayıt işlemlerini yapmak şartı ile) çalışmalarına da olumsuz bakılmaması gerekmektedir. Devletimizin büyük imkân ve yatırımlarıyla yetişmelerine katkı verdiği, 3-5 lisan bilen, kıtalararası siyasi / ticari / diplomatik etki kanalları olan, tarihimizin, gönül coğrafyamızın veya yakın / Misakı Milli sınırlarımızın temsilcileri olan bu gençlerin ülkemizde kalmaları ya da gitmeleri halinde hep iyi hatıralara sahip olmalarını temin etmek milli bir sorumluluktur.
Kent dokularının göçlerle bozulması, demografik yapılarda dengesizliklerin oluşması gibi hususlar yakın tarihimizin gündeminde her dönem yer almıştır. Osmanlı’dan bu tarafa İstanbul ve Trakya / Marmara Bölgeleri ağırlıklı olmak üzere yoğun göç akımları, gecekondulaşmalar, gettolaşmalar veya çarpık kentleşme tartışmaları hep yaşanmıştır. Balkan Harpleri, Dünya Savaşları sonrası İstanbul’un sokakları, parkları göçmenlerle dolup taşmıştır. 70’li yılların “sağ-sol çatışmaları”, Karadeniz’e yerleşmiş sol tandanslı terör grupları tarafından sözde “kurtarılmış bölgelerin” kurulması sonrası ya da 1984 sonrası PKK’nın Güneydoğu’da başlattığı sözde işgaller, feci katliamlar ve gasplarının artması gibi pek çok krizler ile, kıtlıklarla, kuraklıklarla veya doğal afetlerle mücadelede pes edenler bulundukları yerlerden göç etmeye karar vermek zorunda kalmışlardır. Anadolu’da yaşadığı ortamlardan bunalan ne kadar ebeveyn varsa, çoluk çocuğunu alıp yıllarca yollara koyulmuştur. Daha son yıllara kadar büyük kentlerimizin en büyük sorunu, yoğun göç akımları ile şehirlerin çarpık kentleşmesiydi. Çok şükür artık Anadolu’da gelişen kalkınma ve altyapı imkânları ve terörle mücadelede kazanılan başarılarla tersine göçler yaşanmaya başlamıştır.
Geçmiş dönemlerden bu yana, iller bazında şayet yıllık 5-6 milyon konut üretimi sağlanmadığında, Türkiye’de her dönem “kiralık daire” krizleri yaşanmıştır. Sadece konut bulamama değil, kaçak yapılaşmaların artması, rüşvetler, suiistimaller, haksız imar kazançları, gettolaşmalar, sokaklarda asayiş problemleri, mafya / terör odaklarının oluşması ve daha pek çok kentsel dönüşüm sorunlarının zirveye çıktığı dönemler olmuştur. AK PARTİ’nin 20 yıllık yönetiminin en büyük başarılarından biri de yoğun kitlesel/popülist taleplere rağmen başta İstanbul olmak üzere şehirlerimizde kademe kademe kentsel değişim ve dönüşümleri yapması olmuştur. İhtiyaç duyulan tüm mevzuat düzenlemeler, ile en azından kent dokularının bundan sonra daha fazla bozulmasına dur demiştir. Her köşede planlı altyapı projeleri ve yoğun konut üretimleri ile halkın ihtiyaçları karşılanmaya çalışılmıştır. Kim ne kadar popülist söylemlerde bulunursa bulunsun; hakkaniyetle ve vicdanla yaklaşanlar, Cumhurbaşkanımızın bu samimi çabalarını görebilir. Siyasette algı yönetimi ne kadar etkili olsa da, uzun vadede olgular ayan beyan ortaya çıkmaktadır.
Geçmiş dönemlerde terörden ya da diğer çevresel krizlerden bunalarak İstanbul’a göç etmiş vatandaşlarımıza yönelik de zaman zaman bazı elitistler rahatsızlık duymuyor muydu? “İstanbul Türkçesini kaybediyoruz; İstanbul’a Karadeniz, Güneydoğu veya Roman lehçeleri hâkim oluyor; hatta ortak dilimiz Türkçemiz gidiyor (Kürtçe yaygınlaşıyor)” şeklinde bir takım eleştiri ve tepkileri de hatırlayalım. Bir kısmı samimi / doğal, kabul edilebilir endişeler olmakla birlikte, bazı kesimlerin bu konu üzerinden ayrımcı siyaset yaptığı; korku ve evhamlarla halkın üzerinde psikolojik baskılar kurduğu ya da kamuoyunu pervasızca ve tehlikeli bir biçimde yanılttığı dönemler unutulmamalı. Diğer illerden göç etmiş vatandaşlarımızı o günlerde dışlayanlar, onlara kötü muamele yapanlar, vicdansız ayrımcılıkları neticesinde iş, aş veya konut vermek istemeyenlerin önemli bir kısmının, bugün hakir gördükleri kesimlerin siyasi temsilcileri ile aynı ittifak çatısı altında yer aldıklarına da ibretle şahit olmaktayız. O günlerin tehlikeli, faşizan ve bölücü lisanlarını bugün birbirlerine karşı kullanmayanların, gerçek düşüncelerini ve duygularını gizleyebilmek için “yabancı düşmanlığı” üzerinden bölücü ve ayrımcı duygularını açığa çıkardıklarına da şahit olmaktayız.
Sokaktakiler Hor Görülmemeli; Haraptar Köyü’nü Satıp İstanbul’a Gelen Züğürt Ağa’nın Trajikomik Hikayesi Hatırlanmalı
Eskinin Yeşilçam filmleri; Haydarpaşa Tren Garı’nın merdiven basamaklarında bir süre duraklayıp; Boğaz’ın karşısına, Avrupa yakasına umut dolu gözlerle bakarken, ellerinde tahta valizleriyle, sırtlarında bohçalarıyla kameralara poz verenlerle başlardı. Bu meşhur film kesitleri hepimizin hafızalarında halen tazeliğini korumaktadır. Bu tür filmlerin belki de en başarılısı, bize göre başrolünde Şener Şen’in oynadığı, sosyal içerikli mesajını en mükemmel şekilde veren “Züğürt Ağa”dır. Yıllarca yaşadığı kuraklıklar sonrası bir de kendi köylüleri tarafından dolandırılması neticesinde tüm arazilerini satıp İstanbul’un yolunu tutan, “Haraptar Köyü’nün Sahibi Züğürt Ağa’nın” trajikomik öyküsü de aslında yakın tarihimizin İstanbul’u, göçler ve bu bağlamda yaşanan pek çok olgu ve güncel meseleye ışık tutmaktadır.
Sokakta dış görünümü nedeniyle yabancı görüntüsü veren herhangi birine önyargılı bakmamak, aslında büyük ve küresel ölçekte bir devlet olmanın temel şartlarından biridir. New York, Paris, Londra, Berlin, Şangay vb. şehirler ile şayet rekabet halinde olacak isek, belirli standart ve kuralları sağlamak kaydı ile her türden ırk, renk, giyim ve görünümde olan insanlara karşı doğal ve rahat olmayı bilmek durumundayız. Tabi ki öbekleşmeler ve tehlikeli gettolaşmaları önlemek ve genel kimliğin korunması adına tedbirler almak kaydıyla. Önceden karşılaşılan ne kadar olumsuz örnek olursa olsun, her bir insana yaklaşımımızın, sahip olduğumuz kültür ve çağdaş, modern değerler gereği fert bazında, önyargısız olması gerekmektedir.
Sokağın sesini en iyi duyan ve hızlıca analizini yapabilen bir siyasi hareket 20 yıldır iktidarda, işbaşındadır. Düzensiz Göçmenler meselesini de devletimizin tüm ilgili kurumları titiz çalışmalar ile analiz etmekte, sürekli güncellenen, gelişen şartlara uygun politikalar üretmeye çaba sarf etmektedir. 11 yıl önce Suriye’de başlayan dram neticesinde insani bir duruşla açık kapı politikası izlediği için şimdilerde Hükümetin cezalandırılmak istenmesi, asla ahlâkî bir yaklaşım değildir. Saddam Halepçe’ye kimyasal bombalar attığında, SSCB Afganistan’ı işgal ettiğinde veya Bulgaristan’da rejim çoluk çocuk, kadın demeden herkesi kırıp geçirdiğinde hep aynı ruh ve ahlâkla milletimiz hem kapılarını, hem de gönüllerini açtı.
Meseleye küresel barış ve insani kriz temelinde yaklaşan devletimiz, bu yönüyle çözüme ortak olmaktan uzak uluslararası kuruluşların ve kamuoyunun sorumluluklarını yerine getirmemesi neticesinde son 5-6 yıldır açık kapı politikasını da sonlandırdı. Binlerce kilometrelik duvarlar inşa edildi, tüm sınırlarımız sıkı korunuyor; kaçak olarak yakalananlar tespit edildikçe geri gönderiliyor. Güvenli bölgeler inşa edilerek geri dönüşler teşvik ediliyor. Sığınmacıların yeni nesillerinin entegrasyonlarını sağlamak amacıyla Türk dilinin ve kültürünün yaygın bir şekilde bu gruplara aktarımı çalışmaları başarıyla sürdürülüyor.
Akdeniz üzerinden filikalarla İtalya, İspanya veya Fransa sahillerine, oradan da transit geçerek diğer tüm Kıta Avrupası ülkelerine onca mücadeleye rağmen göçmenlerin yayılmasına, girişlerine engel olunamıyorsa; acımasızca, gayri insani yöntemlerle filikaları batırmasına, çoluk çocuğun sulara gömülmesine, üzerlerindeki kıyafetlerini dahi soyup ormanlarda donarak öldürmesine rağmen Yunanistan hâlâ artan göçmen trafiğinden kaçamıyorsa, meselenin çözümünün o kadar da kolay olmadığı ortaya çıkıyor. Yabancı düşmanlığından dolayı her yerde faşist partiler iktidarları zorluyorsa, ABD’de bile bir kamyon dorsesinde 310 kaçak Meksikalı yakalanıyor, 3 tanesi oksijensizlikten ölme noktasında bulunabiliyorsa, Karayip adalarından bile boğulma tehlikesine rağmen Amerika veya Kanada’ya göç etme hayalleri ile yollara dökülenler oluyorsa bu konular artık COVID-19 pandemisi gibi, küresel ölçekli büyük bir sorundur. Her şeye rağmen devletimiz bu küresel konuda da gayet iddialı ve başarılı hamleler yapmaktadır. Pek çok devlete düzensiz göçler ve sığınmacılara yönelik tecrübelerimizi anlatmakta, kapasite transferleri yapmaktayız. Hükümetimiz nerede bir dert varsa o dertten sıyrılmak yerine, üzerine gitmektedir. Göçmenler ile, göçmenler üzerinden siyaset yapanlar arasında kalmamak adına hükümetimizin sağlam bir mücadele verdiğine ilişkin hazırlanan birçok ayrıntılı ve açıklayıcı bilgi notunu da bu vesile ile okumamız ve bilmeyenlere de anlatmamız önemlidir. Ayrıca, yabancı dillerde bunları sürekli olarak dünyaya da fiziki ya da sosyal mecralarda anlatmamız yine eli kolu uzanabilen milyonlar için milli birer görevdir.
İklim Değişikliği, Kuraklık, Açlık, Terör veya Savaşlar İle Dünyanın Gündemindeki En Büyük Küresel Sorun: Göç
Dünyada uzmanların yapmış oldukları projeksiyonlara göre; yakın-orta-uzun vadelerde iklim, kuraklık, açlık, işsizlik, terör, iç savaş vb. krizler neticesinde Asya’dan Avrupa’ya doğru toplamda 250-300 milyonluk göç dalgaları gelebilir. Buna bir de Güney’den ağırlıklı Afrika’dan, Akdeniz üzerinden Kuzey’e yönelişler eklendiğinde, Batılı ülkeler ne kadar çırpınırlarsa çırpınsınlar, bu dalgaların tam olarak engellenemeyeceği yönünde endişeler dünyada giderek artıyor. Avrupa’nın her yıl artan devasa sorunlarının başında düzensiz göçler gelmeye başlamıştır. Kendi bölgelerinden, Ukrayna’dan bile gelmiş olsa aniden kapılara yığılan 6 milyon nüfus ile büyük tedirginlikler yaşamaktalar.
Türkiye her şeye rağmen sınırlarının büyük bir kısmına duvarlar örerek, hudut kontrolleri ile ve göçmenlerle mücadele yöntemleri ile iddialı bir konuma ve kapasiteye ulaşmış durumdadır. İşi gayet sıkı tutsa da bir şekilde şehirlere dağılmış kitlelerle ilgili çalışmalarda herkesin/her kurumun yapması gereken pek çok iş vardır. Ağırlıklı olarak Büyükşehirleri yöneten muhalefet parti temsilcilerinin de kenara çekilerek; muhalif söylemlerle durumu geçiştirme girişimlerinde bulunmaları doğru değildir. Popülist söylemlerle sokaktaki sosyolojiyi yönetmek ya da yönetmeyip iş ve sorumluluklardan sıyrılmak kolaycı bir yaklaşımdır. Bazı yerel yönetimlerin bu alanlarda çalışmalar yapmayıp, siyasi retoriklerle iktidarı yıpratmaya çalışmalarının hem kendilerine hem de ülkelerine zarar vereceği aşikârdır. Küresel sorunlara güdük yerel siyasi yönelişlerle yaklaşanlar, milli olan konularda klasik siyaset kurallarını işletenler er geç milletimizin engin ferasetinden ve gözlemlerinden kaçamazlar.
“Biz gelirsek hepsini geri göndereceğiz!” demekle olmayacağı kesinleşmiş karmaşık bir konunun siyasi rant malzemesine dönüştürülmesinin kimseye yararı yoktur, inandırıcı olmadığı da görülmektedir.
Popülizmle çözümsüzlüğe itilen her mesele ileride ciddi krizlere dönüşecektir. Buna da sadece Türkiye değil hiçbir devlet müsaade etmez, sokakları ateşe vermek isteyen toplum mühendislerini tek tek tespit edip, engeller. Sokakları karıştırmak isteyen odakları yakinen takip eder, yanlış adımlar attıklarında da hiç tereddüt etmeden tepelerine çöker; güvenlik / asayiş meselesi olarak devletin alarm sisteminin en öncelikli maddesi haline getirir.
Geri gönderilinceye ya da gerçek anlamda entegre oluncaya kadar kitlelerin şehirlerimizde ve ülke sathında işsiz güçsüz ve kontrolsüz bir şekilde dolaşımlarının engellenmesi önemli bir husustur. Geçen yıl Altındağ’da bir gencimizin öldürülmesi sonrasında çıkan olayların bastırılması ve göçmenlerin iskân ve yerleşimlerine yönelik önemli adımlar atıldı. Maalesef yine bu işte de klavye kahramanlarının kolaycı yaklaşımlarıyla meseleyi kendince çözdüklerini zannetmeleri, gelişi güzel tweet’ler atarak tahrik edici yaklaşımları, son derece tehlikeli bir hâl almıştır. Yapılan onca doğru çalışmayı iyi araştırmadan, bir kısmı sessizce bir kısmı açıkça yapılan tedbir ve yaklaşımlar anlaşılmadan kuru kuruya muhalefet edilmesi yanlıştır. Ortak bilinç ve kararlı adımlarla inşallah devletimiz bu konuyu da en mütekâmil noktaya taşıyacaktır.
Kafelerde, park ve bahçelerde, ortalığın nargile tütünü dumanının sarması, baharatlı Asya yemek kokularının mahallelerde yayılmaya başlaması veya Afrikalıların köşe başlarında çakma saat satış sergilerini açması gibi konular iyi yönetilirse eskiden olduğu gibi yavaş yavaş dengeli bir hâl alabilir. Zaten ekonominin yoğun olduğu, turistlerin gezdiği ve güçlüden zayıfa ekonomik transferlerin yapıldığı mekânlarda yoğunlaşmalar dünyada hep olur. Şehri yönetenler tedbirleri artırdıkça barınamaz, yoğunluklar dağılır gider. Devlet tarafından tesis edilecek sistemle de yerli veya yabancı kitleler, ekonomiye ve sosyolojiye yük olan değil, katma değer üreten unsurlara dönüştürülebilir.
Düzensiz Göçe Hayır, Düzenli Göçe Evet:
15-25 yaş arası kitleyi yerel düzeyde mecburi bir hizmet içi uyum / dil/kültür/ âdap erkân eğitimine sokmak lazım. Şirketlerde çalışanlar doğal olarak bu süreçlere girmiş oluyor. Gaziantep’te hızlı ve başarılı bir şekilde yarım milyon göçmen entegre olmuş durumdadır. Organize sanayi bölgelerindeki teknik/ usta kadrolar, tarımsal üretimde meyve/sebze toplama, çobanlık, mevsimlik ekim/dikim elemanları sistemden çekilemeyecek kadar hassas bir konumda görevlerini ifa ediyorlar. Adeta sınai/zirai kalkınma girdilerinin en temel öğeleri durumundalar. Ülke sathına dağılmış, yerel dokuya yavaş yavaş karışmaya başlamış kitleler artık rahatsız edici olmaktan da uzaklaşmıştır. İnşallah İstanbul Fatih veya Ankara Altındağ’daki gibi öbekleşmeler daha da azalabildiği ölçüde bu meseleler rahatlayacaktır. Ancak, ekonomik / ticari potansiyeli oluşturan Arap nüfusun yoğun bir şekilde turist veya yatırımcı olarak bulundukları mekânlardaki yapıyı, düzensiz göçle de karıştırmamak gerekir. Nasıl ki Antalya’da Alman, Rus veya Ukraynalı, Edirne’de Bulgar, Artvin’de Gürcü, Van’da İranlı, Batman’da Iraklı ziyaretçi / yatırımcı yoğunluğu oluyorsa, İstanbul Fatih, Bursa, Yalova veya Rize yaylalarında da Arap turist ve yatırımcılarının yoğunluğu olacaktır.
Kültür ve Turizm Bakanlığımızın projeksiyonlarına göre 2028’deki yabancı turist sayısı hedefimiz 100 milyondur. Yani her bir Türk vatandaşımız kadar sokakta bir de yabancı turist olacaktır. Buna göre herkes hem ticari/ekonomik, hem de kültürel ve manevi olarak hazırlık yapmalı, tedbirler almalı. Sokakta hâkim olan değerlerimizin korunması, yozlaşmaması için hem bireysel hem de yerel yönetimler olarak sıkı hazırlıklar yapmalıyız. Kapitalizmin ve küresel ekonomik düzenin tehditlerine karşı hem yerel kültürümüzü korumalıyız hem de ziyaretçilerimizde sempati uyandırabilmeliyiz.
Düzensiz göçmenlerle titiz bir şekilde hep birlikte mücadele ederken asla atlamamamız gereken en önemli ayrıntılardan biri de; büyük katma değeri olan ve başkalarının bize gıpta ile baktığı ve bin bir emek ve masrafla üniversitelerimizde yetişip ülkemizde kalmayı tercih etmiş veya yabancı sermaye transferi yaparak ülkemize yatırımlar yapmış Düzenli Göçmenlerdir. Dünyadaki her gelişmiş ülke, bu kıymetli ve ekonomik gücü yüksek kesimi kazanmak için çok ciddi çabalar verirken, bizler meseleleri birbirine karıştırmadan yaklaşmalı, ülkemizin cazibesine halel getirebilecek davranışlardan kaçınmalıyız. Bu kesimleri küstürüp kaçırmamalı, başka ülkelerin bankalarında uyuyan servetlerinin ülkemize gelmelerini teşvik edip daha da büyük yatırımlar yapmalarını sağlamalıyız. Milyarlarca dolarlık üretim/ihracat kapasitelerine ulaşmış, Türkiye’de yerleşik; AB, ABD, Çin, Kanada vb. ülkeler bu gibi yatırımcıları transfer etmek isterken, kendi ülkelerine gelmeleri için bin bir cazibe oluştururken, bizler de hem mevcutları korumalıyız, hem de yenilerini ülkemize çekmenin gayreti içinde olmalıyız. Ülkemizin sanayi, bilim, teknoloji ve diğer tüm alanlarda ilerlemesi için yabancı ülkelerden seçilerek, elenerek gelmelerini sağlamalıyız. Tıp, bilişim, dış ticaret, vb alanlarda ne kadar nitelikli insan kaynağı transferleri yapabilirsek milletimizin hayat standartlarını o kadar çok artırmak mümkün olacaktır. Şirket evlilikleri yapacakların, yeni fabrikalar kuracakların, yeni istihdam ve teknolojik altyapı sağlayacakların hepsinin, başımızın üstünde yeri vardır, yeter ki hepsi ülkemize yatırımları ve emekleriyle gelsinler.
Düzensiz göçle hep beraber mücadele edelim ancak, düzenli göçün devamının sağlanmasını, imkânlar ölçüsünde el birliği ile destekleyelim.