KİŞİSEL İLGİDEN KURUMSAL KAVRAYIŞA: FİLİSTİN MESELESİ 13.06.2020
Merkezinde Kudüs olan bir meselede ihtiyacımız olan şey, yüzeysel ve dar grupçu refleksler vermek değil, küresel bir barış ortamı geliştirebilmektir. Şayet derdimiz yeryüzünde “barış”ın, “selâm”ın yayılmasına öncülük etmek ise, “Maksadımız Bir, Hedefimiz Bir, İdealimiz Bir, Davamız Bir”dir.
KİŞİSEL İLGİDEN KURUMSAL KAVRAYIŞA: FİLİSTİN MESELESİ
Evvelâ ömürlerini kutlu yolumuza bahşetmiş tüm şehitlere ve maneviyat dünyamızın hadimlerine tazim ediyor, rahmet diliyoruz. Onların yolu yolumuz, dertleri derdimizdir. Ecdadımıza ve bizden önce dâr-ı beka’ya göçenlere layık olmak cümlemize nasip olsun.
Dostlarımızın ısrarlı önerilerinin sonunda sahada karşılaştığımız, bilgi ve tecrübeleri bölgesel bazda tasnif edip, gençlerimizin istifadesine sunmak üzere makaleler halinde derlemeye başlamıştık. Bu yazımızı Filistin/İsrail meselesini hasbihâl şeklinde, TİKA’daki bir grup arkadaşımızın ortak aklı ve katkısı ile kaleme aldık.
Parçalanmışlığın Parçaları Olmak
19. yüzyılın başından itibaren Müslüman coğrafyaların tamamı doğrudan ya da dolaylı olarak emperyal işgâllere maruz kalmıştır. Bu işgâller, genelde uzun dönemli doğrudan askerî istilâ veya iradeleri kırılmış yönetimler aracılığı ile gerçekleştirilmiştir. Günümüzde ise bir ucunda IŞİD/Taliban şiddeti, diğer ucunda FETÖ ve benzeri hain işbirlikçiliklerin yer aldığı, ekonomik bağımlılık, kültürel erozyon, siyasal/sosyal kuşatılmışlık ve daha pek çok post-modern baskı ve sindirmeleri de ihtiva eden tuhaf ve sıkıntılı bir süreç içinde devam etmektedir.
İkinci Dünya Savaşı sonrası NATO/Batı ve Varşova Paktı/Sovyetler Birliği karşıtlığı temelindeki siyasal düzen 1990 sonrasında çökmüş olmasına rağmen, çok aktörlü dünya sisteminin denge mekanizmaları halâ kurulamamıştır. Fas’dan Endonezya’ya kadar uzanan geniş bir aks içinde pek çok İslâm beldesinde siyasî istikrarsızlıklar ve devlet vasfını kaybeden yapıların boşluğunda yepyeni siyasal, sosyal ve dinî hareketler ortaya çıkmıştır.
Müslümanlık adına kurulmuş bir takım yapıların adları da geçmiştekilerle aynı olmakla birlikte, içleri boşaltıldı, genetik yapılarıyla oynandı, âdeta GDO’lu hâle dönüştürüldü. 11 Eylül hadisesinden sonra, Afganistan’ın işgâli ile başlayan ve ikinci Irak işgâli ile devam eden süreçte Müslümanlar, her açıdan köşeye sıkıştırılmaya başlandı. Geleneksel medya saldırılarının yanında, sosyal medya üzerinden de kişilerin, kuruluşların veya ülkelerin kolayca “terör destekçisi/terörist” yaftası ile damgalandığı, çirkin saldırıların gerçekleştiği bir dönem yaşanmaktadır. Diğer taraftan, dengeli ve planlı bir şekilde süreçleri okumaya çalışan, ülkesinin menfaatlerine uygun pozisyon alan, söylem geliştiren, yol haritası çıkaran diplomatların, siyasilerin, bürokratların, uzmanların yerine daha çok bazı köşe başlarını tutmuş, marjinal söylemlerle kamuoyu baskısı yapanların, sosyal medya kahramanlarının seslerini yücelttikleri bir politika belirleme atmosferi oluşturulmaya çalışılmaktadır.
Hâlbuki çok seslilik içinde her kesim kendi rolünü oynadığında, aslında farklılıkların birbirlerine dolaylı katkı verebileceği fırsatlar da daha kolay yakalanabilir. Kitleleri yanlış yönlendirmeyecek, sağlıklı ve dengeli tepkilerin verilmesi suretiyle uluslararası rekabet stratejisinde hem resmî kurumların eli güçlenebilir hem de sivil kesimler daha verimli etki alanları oluşturabilir. İyi niyetlerin karşılıklı ortaya konduğu bir platformda aslolan devlet ve sivil toplumun birbirini dışlaması değil, aksine birbirine katkı vermesidir.
Kişisel Tecrübeler Çerçevesinde Ortadoğu Sorununa Bakış
1980’de Konya’dan dünyaya Kudüs için meydan okuyan o şanlı mitingin ve gövde gösterisinin Kıbrıs’ta bir ortaokul öğrencisi iken kalbimde yol açtığı derin heyecanı aynen korumaya devam ediyorum. Yine o yıllarda yaşanan, Lübnan’daki Sabra ve Şatilla katliamlarını en ince ayrıntılarına kadar takip etmiştim. Merhum Rauf Denktaş’ın ev sahipliğinde, yeni kurulmuş Kıbrıs Türk Federe Devleti’nin (KTFD) tanınmasına yönelik ilk defa 1978’de düzenlenen “Kıbrıs İslâm Gençlik Kampı”nda İslâm coğrafyasının farklı yerlerinden gelen gençlerle tanışmış, “Ümmet” olmanın anlamını hissetmiştim.
İlkokula Trablusgarp şehrinde başlayıp, Akdeniz'in doğusunda bulunan Lefkoşa’da liseyi bitirdikten sonra âdeta Akdeniz’in bir parçası olmuştum. Aslında benim için Akdeniz, bir bakıma misyonumun, davamın geliştiği havzadır. Akdeniz ne kadar Kıbrıs idiyse, bir o kadar da Kudüs olmuştur.
1983’ün Ekim’inde ODTÜ’de başladığım üniversite hayatım, içimde fırtınaların koptuğu, Türkiye ile gelişmiş ülkeler arasında karşılaştırmalar yaptıkça üzüntülerimin derinleştiği yıllar olmuştu. O dönem, yaşıtlarımız gibi hep sistem karşılaştırması ve sorgulaması ile geçirdiğimiz zorlu ama heyecanlı gençlik yıllarımızdı.
MÜSİAD Genel Sekreter Yardımcılığı görevinde iken ilk defa 1997’de Kudüs’ü, Mescid-i Aksa’yı ve Filistin’in pek çok bölgesini gezip inceleme fırsatı bulmuştuk. Heyetimizde Filistin’in ekonomisinin canlandırılmasına katkı vermeye çalışan işadamları ve sanayiciler vardı. Dönemin Filistin Kurtuluş Örgütü (FKÖ) lideri Yaser Arafat’ın davetiyle yapmış olduğumuz bu ziyaret, bölgeyle ilk doğrudan temasımız oldu. Sonrasında özel sektördeki ziyaretlerimiz ile Filistin’i daha çok tanıma ve anlama fırsatı bulduk. 2011-2019 yıllarındaki TİKA Başkanlığı görevimiz sırasında Filistin/İsrail’e yönelik gerçekleştirdiğimiz çalışma ve ziyaretler ise bölge konusunda derinlik kazanmamıza katkı sağladı.
Devletimizin imkânları ve Sayın Cumhurbaşkanımızın yönlendirmesi ile bu dönemde Filistin’de sayısız ikili ve çok taraflı insanî ve kalkınma yardımı projesi hayata geçirildi. Filistin meselesine MÜSİAD’daki görevimiz sırasında sivil toplum, Türk İşbirliği ve Koordinasyon Ajansı’ndaki görevimiz sırasında ise devlet nazarı ile bakma imkânı elde ettik.
Yıllar hızla akıp giderken, yaşlarımız kemale ererken, önümüzde bulduğumuz uluslararası siyasî sorunlara sürekli yenileri eklendi. Geçip giden bunca zamana rağmen Müslüman coğrafyalarda yaşanan sancılar hiç bitmedi, acılar hiç eksilmedi, Orta Doğu’nun ateşi hiç azalmadı.
Devleti ve Sivil Toplumuyla Filistin İçin Dertlenen Türkiye
Ömrünü millet ve devlet hizmetinde mağdurların ve mazlumların sesi olarak geçirmesi nedeniyle küresel sömürü düzenine itirazın sembolü haline gelen Sayın Cumhurbaşkanımızın yerel dernek, vakıf ve özel sektör kuruluşlarımızı dünya ile bütünleştirmek ve onları uluslararası sahada etkin kılmak için gösterdiği gayretler herkesçe malûmdur. Türk-İslâm dünyasının can damarlarından birisi olan Filistin davası konusunda Sayın Cumhurbaşkanımız, başında olduğu hükûmetlerde tüm kamu kurum ve kuruluşlarını seferber etme irade ve kararlılığının bizzat takipçisi ve yürütücü gücü oldu. Neredeyse dışarıda yaşanan her bir projeyi tek tek takip etti, sonuç odaklı çözüm yollarını inşa etti.
1990’lı yıllarda uluslararası ilişkilerde ortaya çıkan yeni düzen arayışlarının yol açtığı ilk kaoslardan biri Yugoslavya’da gerçekleşti. Yugoslavya’nın parçalanması ile gözbebeğimiz Bosna Hersek’te soykırıma varan katliamlar ile sarsıldık. Bosna-Hersek’te sivil toplum kuruluşlarımızın birçok devletten önce sahada organize oluşuna, hepimizin yüz akı olan insani yardım ve dayanışma çabalarına şahit olduk. Sivil toplum kuruluşlarımız daha sonraki süreçte Moro, Çeçenistan, Keşmir, Filistin, Arakan, Kerkük, Somali gibi coğrafyalarda varlıklarını ortaya koydular. Sivil toplumumuzun dünya mazlumlarına merhamet ve iyilik götürme iradesini milletimiz ve devletimiz de destekledi.
Filistin’de El Fetih-Hamas siyasî ayrışması neticesinde Batı Şeria ile Gazze arasında bölünmeler yaşandı. Bu coğrafî ve siyasî ayrışmalar ile Gazzeli Müslümanların sorunları gün be gün arttığında bölge, insanî yardım kuruluşlarımızın inisiyatifi ele almasıyla birlikte, bir nebze de olsa nefes aldı. İsrail’in Gazze’deki baskıcı ve acılarla dolu abluka ve ambargoları bölge halkı için dayanılmaz bir hâl aldığında, Türk sivil toplum kuruluşlarımızın büyük özveri içinde yaptıkları faaliyetleri milletimiz gururla takip etti.
Etkin Diplomasi ile Krizlere Çözüm Arayan Türkiye
Türkiye’nin Ortadoğu’daki siyasî ilişkilere müzakere ve işbirliği temelli yön tayin edici etkinliği, özellikle 2008 yılından itibaren İsrail’in Gazze’ye yönelik saldırılarıyla zayıflamaya başladı. Bu saldırıların Türkiye’nin Suriye ile İsrail arasındaki barış görüşmelerine arabuluculuk yaptığı bir dönemde gerçekleşmesi ilişkilerdeki gerginliği daha da arttırdı.
29 Ocak 2009 tarihinde Davos’ta yapılan Dünya Ekonomik Forumu’ndaki panelde dönemin İsrail Cumhurbaşkanı Şimon Peres’in Filistinliler aleyhinde haksız ve hukuksuz beyanlarda bulunması üzerine Cumhurbaşkanımız, İsrail Cumhurbaşkanı ve panelin moderatörüne yönelik olarak dünya siyaset literatürüne “one minute” olarak geçen tarihî çıkışını yaptı. Davos zirvesindeki bu çıkış, dünyanın ekonomik krizin etkilerini yaşadığı ve başta gelişmekte olan ülkeler olmak üzere her uluslararası aktörün ülkesine kaynak sağlamak için finansal kapitalizmin gelişmiş ülkeleri ile “iyi ilişkiler” peşinde olduğu bir dönemde gerçekleşmişti. “One minute” çıkışı ile sadece İsrail’in ve onun Gazze katliamlarını hedef almakla sınırlı bir pozisyon alınmamış, “Bir daha da Davos’a gelmem” resti ile Türkiye’nin kapitalist sömürü düzenini gerektiğinde tek başına karşısına alabileceğine dair cesaret ve kararlılığı da müşahhas kılınmıştı. Bu tutum, küresel düzeyde ekonomik krizin yaşandığı bir dönemde dahi finans merkezlerinin siyasî tehdit ve saldırılarına boyun eğmeme cesareti olarak görülmelidir.
Davos Zirvesi’ndeki “one minute” çıkışı, sadece 50 yıllık Davos buluşmalarının tarihine kazınacak bir olay olmayıp, dünya siyasî tarihine kayıt düşülecek evrensel bir vicdanî pozisyondur. “Dünya 5’ten büyüktür” mesajı ile birlikte değerlendirildiğinde, küresel tasallutun İkinci Dünya Savaşı sonrası inşa ettiği Birleşmiş Milletler (BM) sisteminin doğrudan eleştirisidir. Bu pozisyon, Cemal Abdünnasır’ın Mısır ve Arap dünyası, Muhammed Musaddık’ın İran özelindeki alternatif politika arayışlarının çok katmanlı şekilde küresel düzeye taşınması şeklinde görülmelidir. Dünya ile işbirliği temelli bu siyasî pozisyon, ülkemizdeki bazı çevrelerce halen yeterince anlaşılabilmiş değildir. Dünya ile işbirliğine açık ama bağımsızlıkçı bu tavır, temel insan değerlerinin ihlâli karşısında reel politik gözetmeyerek hakkı söyleyen Selçuklu, Osmanlı irfanının Cumhuriyet döneminin modern uluslararası ilişkiler sisteminde yeniden tecessüm ettirilmesidir. Arafat’ın Filistin davasına küresel düzeyde dikkatleri çekmesinden sonra, 2000’li yılların güçlü protestosunu ve aksiyonunu yapan ilk lider dönemin Başbakanı Sayın Recep Tayyip Erdoğan olmuştur. Latin Amerika’dan Avrupa’ya, zaliminden, mazlumuna kadar dünyanın her bir köşesi, “one minute” ile silkelenmiş, 7 milyarlık dünya nüfusu Filistin’e odaklanmıştır.
31 Mayıs 2010 tarihinde Gazze’ye yönelik ambargonun kaldırılması için farklı milletlerden gönüllü insanların çıktığı yolda, alçak bir saldırı ile gemide bulunanlardan 10 canımız şehit, 50’den fazla insanımız yaralanarak gazi olmuştu. “Mavi Marmara” hadisesi, Türkiye Cumhuriyeti tarafından Ortadoğu’daki uluslararası sömürü sisteminin sorgulandığı ve barışın tesis edilmek istendiği bir dönemde çok acı verici bir şekilde yaşanmıştı. İsrail Devleti’nin Filistin’in Gazze şehrinde uyguladığı ablukayı delmek ve dünya kamuoyunun bölgeye hassasiyetini yoğunlaştırmak amaçlı bu çaba, söz konusu saldırı ile Türkiye-İsrail arasında siyasî bir krize dönüşmüş, iki ülke arasındaki diplomatik ilişkilerin asgari düzeye indirildiği bir döneme girilmiştir. Türkiye ile İsrail arasındaki diplomatik ilişkilerin kesilmesinin Ortadoğu genelinde ve Filistin özelinde önemli sonuçları olmuştur. En büyük yansıması da Sayın Recep Tayyip Erdoğan’ın estirdiği o güçlü “one minute” rüzgârını dünya gündeminin gerilerine iterek, katliamın açtığı yaralar ile zarar gören siyasî/diplomatik ilişkilerdeki hasarın tadilatı ve tamiratına odaklanma ihtiyacına neden olmasıdır.
Diğer taraftan, 2010 yılı sonrasında Ortadoğu ve Kuzey Afrika’da önemli değişimler yaşanmaya başlamıştı. Suriye ve Yemen iç savaşları patlak vermiş, halkın iradesiyle Mısır Cumhurbaşkanı seçilen Muhammed Mursi askerî darbeyle iktidardan uzaklaştırılmış, başta Rusya, ABD ve İran olmak üzere birçok devlet Suriye iç savaşı üzerinden Ortadoğu meselelerine dâhil olmuş, İran’ın Irak, Suriye, Yemen ve Lübnan’daki siyasî etkisi giderek artmaya başlamış, İsrail’in, Kudüs ve Batı Şeria eksenindeki haksızlıkları ve baskıları daha da şiddetlenmiştir. Mısır’ın, Birleşik Arap Emirlikleri’nin ve Türkiye karşıtı blokların geçici ve suni gündemli ittifakları ile bölgede gerçeklikten uzak, kısa vadeli Türkiye ve Erdoğan karşıtı çabaların arttığı bir döneme girilmiştir.
İsrail ile diplomatik ilişkilerimizin daha etkin bir şekilde devam ettiği dönemlerde Türkiye’den ve dünyadan pek çok resmî ve sivil insanî yardım kuruluşu Gazze’de bölge halkına yardımcı olabilecek imkânlar bulabiliyordu. Nüfusu 2 milyonu aşan Gazze Şeridi’nde halkın gıda, temizlik ve barınma gibi temel ihtiyaçları ile ilgili sorunlar bu dönemde daha da artmış, diplomatik ilişkilerin zayıflamasıyla birlikte (özellikle de ABD’nin Büyükelçiliğini Kudüs’e taşıması ve sonrasında yaşanılan gerginlikler de eklenince) Türkiye’nin haricindeki uluslararası aktörlerin Gazze’de örgütlediği insanî yardım faaliyetleri öne çıkmış, uluslararası bazı örgütler ile siyasî yapıların bölgedeki tercihleri daha da belirleyici olmaya başlamıştır. Filistin başta olmak üzere birçok mazlum beldede, sivil toplum kuruluşlarımız 30 yılı aşkın zamandır insanî yardım faaliyetlerini başarıyla yürütürken, maalesef bugün birtakım siyasî ve diplomatik sorunların yansıması olarak Filistin’de engellerle karşı karşıya kalınmaktadır.
Bu çerçevede Hükûmetimiz, devletler arasındaki ilişkisizliğin bölge barışına verdiği zararları azaltmak ve süreci makul bir zemine taşımak amacıyla diplomatik bir çaba içine girdi. Mavi Marmara saldırısından sonra sürecin yükünü omuzlayan Sayın Cumhurbaşkanımızın samimi gayretlerine karşılık, Türkiye ile İsrail arasında imzalanan 2016 tarihli Tazminata İlişkin Usul Anlaşması gerekçe yapılarak çeşitli çevrelerce Hükûmetimize yöneltilen kırıcı ve doğru olmayan eleştiriler, vicdan sahiplerinin kabulleneceği bir durum değildir.
Bizler farklı bakış açılarına sahip olsak da aynı hedefe odaklanmış vaziyetteyiz ve karşılıklı samimiyet testleri yapmayı gerektirmeyecek kadar birbirimizi yakından tanımaktayız. Sosyal medya üzerinden değil, ortaklaşa yapacağımız toplantılarda, karşılıklı ziyaretlerimizde ve en önemlisi de Asya’dan Afrika’ya uzanan geniş bir coğrafyada birbirimizin sofralarına oturduğumuzda, kardeşlerimizle anlaşamayacağımız, çözemeyeceğimiz hiçbir mesele yoktur. Bizler aynı vücudun farklı uzuvlarıyız. Gerek devlet kurumları, gerekse de STK’lar olarak her ân birtakım yabancı ülkelerin resmî ya da gayriresmî uluslararası kuruluşların sürece etki ve müdahalelerine karşı tedbirli ve dikkatli olmak durumundayız. Yakın zamanda yaşadığımız FETÖ belası gibi görünmeyen ama aramıza sızabilme kabiliyeti olan daha nice art niyetli teşkilatlara, Lawrence’lara ve hainlere karşı uyanık olmamız gereken bir dönemi yaşamaktayız.
Masanın Ardından Sahada da Var Olmak: Filistin’e Somut ve Sürekli Desteklerimiz
Temmuz 2020 itibariyle İsrail, Batı Şeria’nın yerleşimcilerinin bulunduğu bölgeler ile Ürdün Vadisi’nin ilhakına hazırlanıyor. “Ben yaptım oldu” mantığıyla atılan tüm yanlış adımlar gelecek nesillere birer “kriz” mirası olarak aktarılacak. Sürdürülebilir olmayan, yönetilmesi imkânsız, fakirleştirilmiş ve güvenlik/asayiş virüsleri yuvalanabilecek, barışa tehdit olabilecek yeni “İsrail/Gazze Savaşları” ile sözde “barış” adına, “çatışma” alanlarının daha da çoğalacağı bir sürece doğru hızla ilerleniyor.
Her ne kadar bazen anlaşılamamaktan ya da yanlış anlamalardan dolayı karşılıklı tepki ve itirazlar görülebilse de Türkiye, tüm halkıyla, kamu kurumlarıyla ve sivil toplum kuruluşlarıyla her zaman mazlumların yanında yer almayı sürdürecektir. Adil, ahlâklı, samimi ve karşılık beklemeyen duruşu ile Türkiye, bölgede önemli bir oyuncu olarak yeni görevler üstlenmeye hazır şekilde sabırla durmaya devam edecektir.
Tarihimizin her kesitinde; İspanya’dan, Almanya’dan, Rusya’dan ve dünyanın her bir köşesinden kaçarak idaremize sığınanların, her başı sıkıştığında topraklarını dünün mazlumlarına açmış Türklerin tavsiyelerine uymayıp, tam tersine geçmişteki yaşadıkları acıları unutup, benzer zorbalıkları Filistinlilere yaşatıyor olması çok acı ve ibretlik bir tablodur. Mazlumun zalimleşmesi hâlinde, ilahi kaderin devreye gireceğine ve tekrar mazlum konuma düşülebileceğine inanmak gerekir. 1949’da İsrail’i tanıyan ilk Müslüman devlet olarak Türkiye’nin, bölgedeki etkinliği güçlü temellere dayanan Ankara yönetiminin ve liderinin güç ve becerisinin değerini bilememek, tavsiyelerine ve adaletli yaklaşımına inanmamak çok büyük bir tarihî kayıptır.
Yardım kurumlarımız, TİKA, AFAD, Diyanet İşleri Başkanlığı, Türk Kızılay’ı, İHH ve daha pek çok hayır sahiplerimiz ile Türkiye muhtaçların yanında olmaya devam edecek. Bu kurumlarımızın son yıllarda neleri başardığına herkes şahit oldu. Bunların önemli bir kısmına, bugün Kültür ve Turizm Bakanlığı bünyesinde bulunan ve önceki dönemde Türkiye Cumhuriyeti Başbakanlık bünyesinde yer alan Türk İşbirliği ve Koordinasyon Ajansı Başkanlığı (TİKA) aracılığıyla bizzat vâkıf olduk.
Batı Şeria’da ve Gazze’de birer bölge hastanesi olarak hizmet verecek sağlık yatırımları ile Türkiye Cumhuriyeti Hükûmeti, Filistin halkına bütüncül bir bakış açısıyla sağlık imkânlarını sunmayı amaçlıyordu. TİKA tarafından Batı Şeria’nın kuzey bölgesinde inşa edilen, özellikle anne-çocuk sağlığı konusunda önemli bir başarı sağlayan Tubas Devlet Hastanesi aracılığıyla bölgede kadın doğum hizmetleri alanında çok önemli iyileşmeler sağlandı. Böylelikle Filistinli kardeşlerimizin hem nüfus istikrarına hem de sağlıklı nesiller yetiştirmelerine vesile olundu.
Öte yandan, 2011 yılında inşasına başlanan Gazze’deki Filistin Türkiye Dostluk Hastanesi, özellikle 2014 Savaşından doğrudan, İsrail-Filistin çatışmalarına ek olarak Türkiye ile yaşanan gerginliklerden ve Filistin iç siyasetindeki bölünmüşlükten dolaylı olarak etkilendi. Hizmete girme imkânına ancak küresel bir salgın olarak ilân edilen Covid-19 salgını esnasında, Nisan 2020’de kavuşabildi. İnşallah bugün sayıları 2 milyonu aşan Gazze’de mukim Filistinli kardeşlerimizin tamamına şifa dağıtacak (Maalesef onca zahmet ve masrafa rağmen kendi aralarındaki bölünmüşlüğün acı yüzünü bir müddet Türkiye olarak da yaşamak durumunda kaldık).
Kadim şehri doğu cihetinden sararak Kanuni Sultan Süleyman döneminde iyileştirilen ve güçlendirilen tarihi surların hemen eteğinde içinde iki sahabenin (ilk Kudüs valisi ve kadısı Ubade bin Sammit ile Şeddad bin Evs) kabrine de ev sahipliği yapan iki mezarlıktan biri olan Yusufiye Mezarlığı’nın çevre düzenlemesi ve ihata duvarı inşası projesi hayatî öneme sahiptir. Zira çevrelenmeyen mezarlık sınırları, İsrail tarafından plan değişikliği adı altında dönüştürülebilirdi. TİKA tarafından çalışmaları başlatılan bu proje hızlandırılmış ve daha sonra İsrail kurumları tarafından çıkarılan türlü zorluklara rağmen tamamlanmıştır. Bugün kadim şehrin etrafını saran surların son banisi Kanuni Sultan Süleyman’dan sonra, surların etrafını saran tarihi iki kabristandan birinin de koruma altına alınmasının Sayın Cumhurbaşkanımıza nasip olması, milletimiz için özel bir şükür ve gurur vesilesidir.
Tarihî şehri batı surları boyunca saran ve devam eden Me’menillah Kabristanı’nın bir kısmının İsrail makamlarınca alışveriş merkezi, diğer kısmının ise bakımsızlık içinde bir park ve son zamanlarda sözüm ona “Hoşgörü Müzesi(!)” adı altında dönüştürülüyor olması düşünülürse, o dönem ortaya konan çabaların ehemmiyeti daha iyi anlaşılacaktır.
2008 İsrail saldırısının ardından Gazze Şeridi’nin alt yapısı çökmüş ve 2007 yılından bu yana kara, deniz ve hava sahası üzerinden uygulanan ambargo ve abluka nedeniyle ekonomik ve sosyal hayat büyük zarar görmüştür. Temiz suya erişim Gazze Şeridi’nde öteden beri ve hâlihazırda büyük bir sorun olmakla birlikte, gerek içme suyu hatları gerek atık su nakil ve arıtma bağlantıları gerekse de tarımsal sulama alt yapısı tahrip edilmişti. Gazze’ye girişine izin verilen tüm malların listeleri Gazze Şeridi ile İsrail arasındaki ilişkilerin seyrine göre sürekli azaltılıp-artırılabiliyor ve bu yolla Gazzeliler baskı altında tutularak, tabir yerindeyse bir nevi havuç-sopa politikası güdülüyordu. Temel geçim kaynağı olan balıkçılık için de avlanma mesafeleri aynı şekilde keyfi olarak 3-6-9 mil sınırlamaları içinde değiştirilerek âdeta Gazzelileri terbiye etme politikasına dönüşüyordu. Elektrik arzında da dışa bağlı olan Gazze Şeridi’nde mevcut tek santralin yakıt tanklarının saldırılarda zarar görmesi ve elektrik ihtiyacı için yakıt ithal etme zorunluluğu nedeniyle durum daha da katlanılamaz bir hâl almıştı. Bizzat Sayın Cumhurbaşkanımızın özel takipleri ile defalarca BM üzerinden elektrik santraline tankerlerle yakıt tedarikleri yapıldı.
BM tarafından Gazze’ye ilişkin hazırlanan güncel raporlarda da kolaylıkla görüleceği üzere, Gazze’de mevcut suyun % 95’i kullanıma uygun değildir. Bu durumun iyileştirilememesi hâlinde yakın gelecekte Gazze’de canlı hayatını imkânsız kılacak koşulların ortaya çıkması kuvvetle muhtemeldir. Öteden beri yaşanan temiz suya ulaşma ve atık suyun tahliyesi ve ıslahı sorunları; mevcut su kuyuları, sanitasyon tesisleri, atık su arıtım tesisleri ile suyu tuzdan arındırma tesislerinin yetersizliği; yaşanan saldırıların da etkisiyle giderek ağırlaştı ve sürdürülemez hâle geldi. Bu soruna ilişkin olarak Türkiye Cumhuriyeti tarafından Gazze’de su kuyusu açma, sanitasyon ve arıtım tesisleri ile klor temini gibi daha önceden başlamış faaliyetler artırılarak devam ettirildi.
Ekonomik hayatın içinde bulunduğu ambargo ve abluka koşullarından doğrudan etkilenmesine rağmen Gazze’de gördüğümüz canlılık, umut, bereket ve çalışkanlıktan her ziyaretimizde etkilendik. Sıkıntı ve musibetler âdeta onları yeryüzünün en sabırlı ve metanetli insanları yapmıştı. Tarım ile iştigâl eden aileler için, tarıma açılmamış arazilerin üretime kazandırılmasına yönelik olarak başta onlarca traktör ve sair tarım araç gereçlerin temini, hayvancılıkla uğraşan aileler için binlerce küçükbaş ve büyükbaş hayvan dağıtımı, zeytin üreticileri için yüzlerce hasat ekipmanları ve TİKA tarafından bir zeytinyağı üretim tesisi kurulması başta olmak üzere Türkiye’nin atılımları birer birer hayata geçti. Normal şartlarda 6 aylık bir sürede faaliyete geçebilecek olan tamamen Türkiye menşeli zeytinyağı üretim tesisimiz, mevcut ambargo koşulları nedeniyle ancak 3 yılda hizmete girebildi. Özellikle küçük üreticilerin ürün kaybı ve kalitesi konusunda yaşadıkları sıkıntıları aşmalarını sağlayacak ve bir belediye işletmesi olması nedeniyle kâr amacı gütmeyen Gazze’nin bu en modern zeytinyağı tesisinde her yıl on binlerce ton zeytinden binlerce ton zeytinyağı elde edilmektedir. Bu tesis Gazze ekonomisine hâlen katkı sunmaya devam etmekte olup, İsrail’in müsaade ettiği ölçüde Batı Şeria’ya ve İsrail’e zeytinyağı satışları yapmaktadır.
Gazze savaşlarının, sonraki yaşamlarını birer fiziksel engelli olarak geçirmek zorunda bıraktığı yüzlerce engelli kardeşimiz için geliştirilen İrade Engelli Mesleki Eğitim Merkezi projesi de önemlidir. Uluslararası birçok ödül alan ve diğer donör kuruluşların da destekledikleri bu proje, görme-duyma yetilerini, vücut azalarını kaybetmiş Filistinliler için bugün hâlen umudu sürekli kılmanın merkezi olarak hizmet vermektedir.
2014 savaşında evlerini kaybeden Gazzeli dul ve yetimler için inşa edilen 20 bloktan oluşan 320 dairelik Gazze Türk Konutları, toplumun en zayıf kesimlerine yuva olmuştur. Savaş esnasında Diyanet İşleri Başkanlığımızca toplanan ve halkımızın Gazze’de kullanılması için TİKA’yı aracı kıldığı yardımla gerçekleştirilen faaliyetlerden bir diğeri de Gazzeli 4000 gencin toplu nikâh töreniyle birlikte asgari olarak hayatlarını kurmalarına yetecek bir desteğin sağlanmasıdır. Gazze’de yaşayanları potansiyel birer “terörist” olarak gören İsrail makamları, o günlerde sosyal yaşam dengesini kurduğumuz için teşekkür edeceklerine, aksine bir devlet ciddiyetine yakışmayacak biçimde sosyal medya aracılığıyla Türkiye alehtarı kara propagandaya yöneldiler (Türkiye/TİKA Gazzeli teröristleri destekliyor iftirasını attılar). Gazzeli gençlerin birer yuva kurmalarına vesile olarak umudu korumaları hedeflenen bu ve benzeri projelerin tamamı aslında bölgede kalıcı barış ortamının tesis edilmesine dolaylı katkı vermiştir.
Hükûmetimizin sağladığı maddî ve manevî desteklerin tamamı, Filistin’in birliği, bütünlüğü ve egemen bir devlet olarak hak etmiş olduğu pozisyonu kazanması içindir. Yaptığımız tüm ziyaretlerde umudu artırmayı, barış ortamının tesis edilmesini hedefleyen bir bakış açısından hiç uzaklaşmadık. Kudüs bilincini hiç kaybetmemiş ve bizlere de aşılamış olan merhum Nuri Pakdil Ağabey’in ömründe ilk defa Filistin, Kudüs topraklarını ziyaret etmesine eşlik ederken, onun Kudüs sevgisini hissettik. Mescid-i Aksa Külliyesi içinde o duygu yüklü sevincini Sayın Cumhurbaşkanımız ile telefon görüşmesinde paylaşırken yaşadığı heyecan halâ yüreğimizin derinliğindedir. Her yıl bir okul açılışı hedefini içeren eğitim projelerinden biri olan Nablus Kız Okulu açılış programı esnasında okulumuzun adının Nuri Pakdil Kız Okulu olarak ilân edilmesinden duyduğu mutlulukla sağ bileğini havaya kaldırıp “Kudüs Anadır” diye haykırışı, hepimizin kulaklarında hayatımızın sonuna kadar çınlayacaktır.
Ezcümle
Bugün parçalanmış bir Ortadoğu coğrafyası içinde bölgesel barışı esas alan Devletimizin çabalarının bir gereği olarak, tüm Filistinli kardeşlerimizin yanında olmaya gayret ediyoruz. Filistin’in birliği, bütünlüğü için Devletimizin imkânlarını seferber etmeye çalışıyoruz. Her vesile ile taraflarla görüşmelerimizde de bölgede kalıcı barışı savunuyor, çatışmacı ve saldırgan girişimleri eleştiriyor, barışa sadece Filistin’in değil bölgenin tamamının ihtiyacı olduğunu vurguluyoruz. Faaliyetlerimizin zorlaştırılmasının kimseye fayda vermediğini, kalkınma yardımlarımız ile bölgenin ekonomisine önemli katma değer sağladığımızı anlatıyoruz. Kalıcı barış ancak hiçbir tarafı dışlamaksızın, adil ve eşit bir yaklaşımla ortaya çıkabilir. Aksi takdirde bugün tek taraflı hazırlanmış, sözde “Yüzyılın Barış Planı” adı altında tarihsel gerçekleri, uluslararası hukuku ve dünyanın bugüne dek edindiği kurumsal birikimler neticesinde ortaya çıkan temel metinleri bir kenara atan girişimlerin acı tablo ve yıkıcı sonuçlarıyla karşılaşmaktan kurtulamayız.
Merkezinde Kudüs olan bir meselede ihtiyacımız olan şey, yüzeysel ve dar grupçu refleksler vermek değil, küresel bir barış ortamı geliştirebilmektir. Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin Saraybosna’dan Kerkük’e uzanan adil ve eşitlikçi bir düzen kurma arayışlarının 2 milyar Müslüman ile bütünleşme noktası ise Kudüs hassasiyetini savunmaktan geçer. Kudüs’ün hak ve hukukunu öncelemek ve savunmak için getirilen politika önerileri idare-i maslahatçılığın değil fıkıh, hukuk ve Sünnetullahın gereğidir. On binlerce gönül eri STK mensubumuz gibi, işini siyasetin ve diplomasinin kurallarına göre yapmak isteyen iyi niyetli pek çok siyasetçi, bürokrat, diplomat ve saha uzmanı gazetecilerimiz mevcuttur. Bunlar arasındaki farklılıklar aslında problemin çözümünde birer zenginlik vesilesidir.
Son yüzyılın getirmiş olduğu acı hadiseler, hepimizin olgunlaşmasına, pişmesine ve meselelere daha akıllıca bakabilmesine vesile olmuştur. Ancak bu sefer de sosyal medyanın yalan ve ahlâksız düzeni gerçeğe ulaşmaya engel olabilmektedir. Duygularımızı, hassasiyetlerimizi iyi öğrenmiş karanlık çevrelerin bu üstünlüğümüzü zaafiyete dönüştürmesine müsade etmememiz gerekir. Karanlık ellerin girdiği her temiz akarsu kirlenmekte, derken o kirler nehirlere ve deryalara bulaşmaktadır. Her meselenin görünen, bir de görünmeyen kısmını anlamamız, öğrenmemiz ve bunun için de işbirliği yapmamız önem taşımaktadır.
Sahada ter akıtan, “misyon” ehli insanların sayısı zaten bellidir. “Biz kırk kişiyiz, birbirimizi biliriz” gerçeğinden hareketle, birimiz bir şeyi farklı şekilde anlattığında, onu anlamaya çalışmak yerine, hemen saldırıya geçmenin yanlışlığını birbirimize anlatmaya gerek dahi yoktur.
Şayet derdimiz yeryüzünde “barış”ın, “selâm”ın yayılmasına öncülük etmek ise, “Maksadımız Bir, Hedefimiz Bir, İdealimiz Bir, Davamız Bir”dir.
https://www.aa.com.tr/tr/analiz/kisisel-ilgiden-kurumsal-kavrayisa-filistin-meselesi/1877678
Arapça: https://mub.me/DGw