Tarihteki Teopolitik Oyunları Görebilmek: ATATÜRK VE CUMHURİYETİMİZİN DEĞERLERİNİ TARTIŞMAYA AÇMA GİRİŞİMLERİ 10.09.2022

Sanki bu toprakların müdafaasında sadece belli bir kesimin dedeleri cepheye koşmuş ve özellikle dini hassasiyeti olanlarınki kaçmış ve şimdiki hükümet de aynı duyarsızlığı devam ettiriyormuşçasına kirli bir propaganda yöntemi icra edilmektedir. Bu devleti, bu vatanı ve bayrağı ortak payda olarak gören ve Atatürk gibi tarihimize hizmet etmiş tüm büyüklerimize karşı saygıda ve muhabbette kusur etmediğimizi neden sürekli anlatmak mecburiyetinde kalıyoruz? Vicdan sahibi ve vatanperver insanlar siyasi olarak bakmadan, ülkelerinin çıkarları için bu gibi ortak paydalarımıza yönelik hassaten kafa yorması gerekiyor.

Tarihi her defasında yanlış ve eksik öğrendiğimizi kabullenmek ve daha geniş boyutlu araştırmalar için yeni çabalara girmekle geçti gençlik yıllarımız. Mühendislik eğitimi aldığımız dönemler, sosyal konuları işleyenleri ve özellikle de tarihi daha kapsamlı okuma imkânları bulanlara gıpta ile baktık. Oysa bizim de ODTÜ’de okuduğumuz Atatürk Devrim Tarihi derslerimiz vardı, ama nefret ederdik. 12 Eylül sonrası hâşâ Peygamberimize ve dinimize hakaret etmek üzere gelen hocalarımızın verdiği HIST 100, 200, 300 ve 400 derslerimiz vardı. Sürekli devamsızlıktan ya da sınavı yapamadığımız için bu derslerden kalırdık. Her birini ikişer üçer kez almışızdır. Hatta mezun olduktan yıllar sonra, doktoralı olduktan sonra bile rüyalarımda bu tarih derslerinden devamsızlıktan kaldığım için mezun olmadığımı görerek uykudan uyanırdım.

Bunca derse karşı tepkimize rağmen günümüze kıyasla çok az sayılsa da bizim mahalleden çıkan ne kadar kitap varsa alıp okumaya çalışırdık. Ders kitaplarımız hariç ne kadar farklı türde kitap varsa okumak keyif vericiydi. Pek çoğunu okur diğeri ile karşılaştırıp, tenakuz olunca da kafa karışıklıkları yaşardık. Aslında her dönemimiz bir önceki öğrendiklerimizi eleştirmek ve güncellemeler yapmakla geçti.

Uluslararası siyasetin ve istihbarat örgütlerinin sistemli bir şekilde yakın tarihimizin manipülasyonu ile kitleleri birbirine karşı polarize edip, fay hatları oluşturduğunu okuduk ama nasıl yaptıklarını anlamamız her zaman o kadar kolay olmadı. Zira çocukluk ve gençlik yıllarımızdaki dini ve siyasi eğitim çevremiz, öyle her konuda kolayca klasik yaklaşımların dışına çıkmamıza fırsat vermezdi.

Yakın tarihimizi; “Yalan Söyleyen Tarih Utansın” kitabından, Dr. Rıza Nur’un yasaklı “Hatırat”ından ya da ömrünü haksızlıklara karşı mücadelelerle geçirenlerin kitapları, köşe yazıları veya video kasetlerini takip ederek öğrenirdik. Yakın tarihin en iyi analizlerini ise, çoğunlukla dost meclislerinde ya da dini sohbetlerin arasında İslam’a ve Müslümanlara yapılan acı saldırılar anlatılırken öğrenirdik.

12 Eylül sonrası; kitapların bir süre saklandığı, Özallı yıllarda tekrar el altından veya alenen alınıp satıldığı ortamlarda ateşli sohbet ve tartışmaların yapıldığı yıllardı. Darbelerin ve soğuk savaşın etkisi ile (NATO’cu / SSCB’ci karşıt grupların ince operasyonları ile) her iki ucu da birbirine kafa kafaya vurdurup kırdıran bağnaz kadrolar oluşturulmuştu; Kemalizm öğretisini bir dini vecibe gibi dayatan, buna karşı duran kesimi de tamamen Cumhuriyeti kuran iradenin dışında gören, dindar ama devletin değerlerine karşı saygılı değilmiş ve aleyhine çalışıyormuş gibi gösteren bir kesim bugünkü gibi o dönemlerde de vardı. Bizim mahallede de çok yapılan hatalar vardı. Siyasetin etkisiyle ideolojik kamplaşmaların tuzaklarına düşmüş ve asla olmaması gereken duruşları gösterenler ara ara çıkıyordu. Her ne kadar bizler Anadolu irfan kültürünü benimsemiş, siyasi olarak da “milli” duruş olan bir “görüşün” parçası olsak da o yıllarda giderek artan Mısır veya Suudi Arabistan merkezli tercüme yayınları ve İran devriminin yansımalarını etrafımızdaki abilerimizde hissediyorduk. Klasik “milli görüş / devletimiz bizimdir” etki alanından hiç çıkmıyor olsak da o yıllarda başlayan tartışmaları da anlamaya çalışıyorduk.

Bizim mahalle biraz karışıktı da karşı mahalle çok mu pirüpaktı? Asla; hâlen aynı bağnazlıkla, ayrımcı söylem ve bölücü zihniyet yapılarıyla; Kemalizm adına; “Dindarlar Atatürk’e ve Cumhuriyet rejimine karşıdır, vatana ihanet ederler, gerici ve yobazdır, vb.” türünden yaklaşımlarıyla kara propagandalarını yapmaya devam edenler halen bol bol görülmektedir.

Fransız Devrimi sonrası başlayan “Aydınlanma” dönemi, Osmanlı’ya yansıması ve Batılılaşma çabalarına etkisi derken, aslında Cumhuriyet’in kuruluşunda; Osmanlı’nın son dönemlerinde pek çoğu zaten tartışılmış bitmiş, Cumhuriyet döneminde de hayata geçirilmiş oldu. Reformist çabalar ve Batılılaşma kararları sanki Ankara’da alınmış gibi bilinse de, aslında yaklaşık 150 senede pişirilerek gelen sürecin son noktasının konması olarak görmek daha doğru olur. Pek çoğunda da “gelişen modern çağın gereği” denilerek geniş konsensüsler sağlanmış. Pek çok devrim olarak nitelendirilen değişimin öyle bir gecede şekillenmediği görülmüştür.

Her şey aslında I. Dünya Savaşında başlayıp bitti. Müttefikimiz Almanya’nın baskı ve önerisiyle Osmanlı Sultanı ve İslam Halifesi tüm dünyadaki Müslümanlara, düşmanlarımıza karşı cihad çağrısı yapması ile başladı. Sözkonusu bu çağrı ile aslında din üzerinden bir siyaset, “Teopolitik” Savaş da başlatılmış oldu. Etki-tepki misali karşımızdaki devletler çok daha etkin ve yaygın şekilde zaten yürütmekte oldukları bu tür yöntemleri daha da geliştirerek, bu yöntemin çok daha şiddetlisini hızlıca Sultanın çağrısına karşı bir hamle olarak başlattılar. Fransa ağırlıklı Kuzey Afrika olmak üzere, Ortadoğu’da hatta Balkanlarda Osmanlı aleyhine çalışacak, ya da zorla çalıştırılacak tüm Müslüman kesimlerle irtibata geçtiler. Cezayir’i zaten işgal etmiş ve Osmanlı’dan uzaklaştırmak üzere acımasız katliamlar yapmış; dergâh, medrese, tarikat ve kanaat önderlerinin bir kısmını iş birliği yaparak yanına çekmeye, çekemediklerini de ibretialem için, halkın gözü önünde işkencelerle infaz etmişlerdi. Bu olaylardan dolayı sinen ya da menfaat hesabı yapan; iş birliği yapmış kadroları da kurmuş, Paris’e götürmüş eğitmiş. Malum Paris’teki meşhur Merkez Camii aslında bu kitlelere jest olsun, ibadetlerini rahatça yapsınlar diye inşa edilmiş. Çanakkale’ye getirilen bir grup Müslüman da ne yazık ki Fransa’da hazırlanan gruplardan seçilmiş.

Hâlen T.C. Dakar Büyükelçimiz olarak görev yapan Prof.Dr. Ahmet Kavas hocamızın “İki Din Arasında Fransa” isimli enfes bir kitabı var. Bu konular teferruatlı olarak orada ele alınmış. Doktora çalışmalarında yaptığı arşiv çalışmaları esnasında Fransız ve Afrika arşivlerinde çıkan yazı, belge ve makaleler ışığında çok değerli bilgileri ortaya çıkarmış.

ikidinarasindafransa

Fransa böyle yapar da İngiltere cihad çağrısına yanıtsız kalır mı? Ama onlarınki zaten yıllardır hep anlatılır; Asya, Afrika ve Ortadoğu’daki Müslümanları harekete geçirmede Fransızlardan daha da mahir olduğu bilinir. Hindistan’da Osmanlı yanında yer alanlar olduğu gibi maalesef karşı cephede yer alacaklar harekete geçirilmişti. Irak’ta, Filistin’de, Arabistan’da, Körfez’de veya Mısır gibi bölgelerde kitlelerin arasından bazen oran olarak azınlıkta olsalar da inanılmaz bir insan kaynağını devşirmiş. Ada’nın yönetimi kendi elindeyken maalesef simgesel olacak şekilde çok az olsa bile birkaç tane de Kıbrıs Türkünden alıp Çanakkale’de karşı saflarda yer almalarını bile zorlamışlardı, Ada’dan gelen diğer kardeşlerine mermi dahi sıktırabilmişlerdi. Savaştır bu; herkes her türlü güç ve hileyi karşı tarafı yenmek için kullanmış.

İşte acı hikaye bundan sonra başlıyor. I.Cihan Harbi’nden beri yedi düvel ile çarpışmış, askeri dehâ konumunda olan Mustafa Kemal ve yakın arkadaşları İttihat ve Terakki’nin örgütlü yapısı içinde cepheden cepheye koşmuş, (sonradan bu yapı ile sorunlar yaşamış olsalar da) Osmanlı’nın dağılma sürecinde ciddi bir çaba sarf etmişler. Fetö’cülerin yıllarca gözünün şaşılığını işaret ederek “Deccal” imâsını yaydıkları malum. O gözün şaşılığının Bingazi’de bir akşam sokak çatışmasında duvardan seken bir mermi ile oluştuğunu dahi bugün pek kimse bilmez. Genç yaşlarda komitacı (örgütlü) ve düşmanla her yerde göğüs göğüse çarpışacak şekilde azimli bir mücadele içinde olmuş, vatanın dağılmaması için çalışmışlar. Ancak, ne acı ki 1. Dünya Savaşı'nda yenik düşen Osmanlı darmadağın olmuş. O günlerin vatan sevdalıları için büyük bir acı...

Çanakkale’de Conkbayırı’nda sağlam bir cephe savaşı yürütmüş Albay Mustafa Kemal; Alman Liman Paşa’nın takdirini aldığı gibi Padişah’ın taltifine mazhar olmuş. Cesaret, zekâ ve askeri yönden stratejik becerileri her kesim (özellikle üst komutanları) tarafından fark edilmiş. İstanbul’un ve Anadolu’nun işgali sonrasında el altından işgallere karşı harekâtı yürütmek üzere Anadolu’da zaten başlatılmış olan Kuvayi Milliye çalışmaları, Milli müdafaa cemiyetlerini birleştirmek üzere devlet bizzat onu görevlendirmiş, başka birini değil, bizzat onu tercih etmiş. (gizli padişah fermanı ve bütçesi ile).

atatürkcanakkale

Sonra malum pek çok askeri, siyasi ve istihbari çalışmalar yürütülmüş. Anadolu ve İstanbul onca emek ve acılarla dolu mücadele ile geçen 4,5 yıldan sonra ancak esaretten kurtulabilmiş. Özellikle Sakarya savaşları çok kritik geçmiş. Ankara Ulus merkeze kadar ulaşan top sesleri; Polatlı ve Haymana cephelerinde yaşanan yoğun katliamlar; Haymana bölgesinde neredeyse tüm askerlerin şehadete ermesi.. Normal şartlarda artık bitti denecek hale gelmiş. Civardan ve özellikle Karadeniz hattından, Giresun’dan takviye gelmemiş olsa olay bitiyor! Film kopuyor! Allah’ın lütfu keremi ile işin tekrar toparlanıp döndüğü nokta olmuş. Ankara’nın şehitlerinin şu an Ulucanlar’dan ve TTK’nın arkasından Opera meydanına uzanan arazide yoğun olarak açılan kabirlerde medfun olduğu rivayet edilir. Çoğunun Çanakkale'dekiler gibi kabirleri bile belli değil. Bazı araştırmalarda rapor ve fotoğrafları var.

harita sakarya meydan

Sonra bilindiği üzere zaten kazanılan psikolojik üstünlük ile her güne bir zafer ekleniyor. Gece gündüz, kan, ter ve gözyaşı ile yapılan dualarla vatan savunuluyor. Ta ki 9 Eylül 1922’ye, İzmir’i de geri alıp can havliyle Yunan’ın önemli bir sayıdaki askeri denize atlayıncaya (dökülünceye) kadar peşlerinden gidiliyor, zafer kesinleşiyor. İşte o 4,5 yıllık mücadele sonrası da artık yeni başkent ve devlet kuruluyor. İstanbul’un zaten içi boşalmış. Kirli ve ihanet dolu adamlar savaşın gidişatını aleyhimize döndürecek hasislikleri, ne kuldan ne de Allah’tan çekinmeden yapmış. Vatan müdafaası yapan bir komutana ve kurmaylarına “ölüm fetvası” nasıl verebilir bir Şeyhülislam? Vermiş! Çünkü dibine kadar teopolitik enstrümanını kullananların artık esiri olmuş, kirlenmiş! Kirli siyaset çatışmaları içinde Ankara yıkılsın, Mustafa Kemal ve ekibi başarısız olsun da, gerekiyorsa vatan elden gitsin! Aynı günümüze benzemiyor mu sizce? Aynı hasislikleri ve gayrı milli yaklaşımları bugün de görmüyor muyuz?

Cephelerde, Anadolu’nun muhtelif bölgelerin müdafasında kanlı savaş tüm şiddetiyle yürütülürken Fransız uçakları şehirlere “halifeye karşı gelmeyin, silah bırakın, Ankara Hükümetine isyan edin” diyerek, ayet ve hadislerle özellikle mütedeyyin halk üzerindeki etki oluşturma çalışmalarını bugün pek anlatılmaz. Kemalistler din karşıtı söylemlerinden dolayı ya yaşananları bilmedikleri için, ya da dine ve dindara sövme vasıtası yaptıkları için hakikatin çıkmasını kendi elleriyle engellerler. Aralarında geçmiş propagandaların etkisinde kalan bazıları olsa da, yine en hakkaniyetli ve adilce meselelere yaklaşanlar vatanperver dindar insanlardır. Aynı 31 Mart vakası gibi Menemen olayı da bir nevi dış istihbarat ve teopolitik çalışmanın eseridir. İstiklâl gazisi Yüzbaşı Kubilay’ın kafasını kesip sokaklarda yürüyüşe geçen, isyana kalkışan ekibin başında ne idüğü belirsiz, başına sarık sarmış dışarıdan gelmiş tiplerdir. Bu katliam ve girişim Ankara’nın da kimyasını bozan bir harekettir. Aynı bugün dine ve dindarlara karşı tiksindirme amaçlı kullanılan DEAŞ tarzı bir yöntemin ilk şeklidir belki de. Nerede Ankara Hükümetine karşı bir “din” merkezli isyan ya da kalkışma hareketi varsa arkasında hep büyük bir devletin beşinci kol faaliyeti çıkmıştır. Şeyhlik, dervişlik, hocalık, tarikat, aşiret vb. tüm tarihi değer ve kimlikler isyana teşvik edilmiş. Tabi siyaset ve toplum bilinci o tarihlerde daha gerilerde, devlet kapasitesi de sınırlı; başkentin dışında, savaş ortamında hükümeti bile kurulamamış küçük bir binada, “meclis” marifetiyle her şeye vaziyet edilen bir ortamda devlet iradesi kurulmaya çalışıldığı da unutulmamalı. Dine dayalı gibi yürütülen pek çok hareketin arka planında menfaat, etnik ayrımcılık ya da yabancı devletlerin çıkarcı ve ahlaksız yemleme yöntemlerinin olduğu uzmanların araştırmalarında ya da başka devletlerin yıllar sonra açtığı arşiv çalışmalarında ortaya çıkıyor.

En çok tartışılan konulardan biri de İstiklâl mahkemelerinin almış olduğu kararlardır. TBMM’nin bodrum katında yıllarca gizli arşiv olarak tutulan kayıtlar uzmanlar tarafından incelenmeye başlandıktan sonra pek çok bilginin yanlışlığı ve önyargılar da yavaş yavaş ortaya çıkmaya başladı. Münferit hadiseler, acımasız ve katı yürekler bazı haksız hükümleri vermiş, yanlış kararlar tabi ki alınmış olabilir ama, bilindiğinin aksine Fötr şapka giymedi diye asılanlarla ilgili öyle göze batacak bir durum kayırlarda görülmüyormuş. İdam edilenlerin pek çoğu İstiklal Savaşı esnasında; Ankara Hükümetinin askerine saldıranlar, isyana teşvik edenler, cepheyi terk edip askerden kaçanlar, işgalcilerle iş birliği yapanlar, ırza tecavüz ya da gasp vb. adi suçları işleyenlerden oluşuyormuş. Bir kısım hadise de din veya dindarlık görüntüsü altında başka ilişkilerin gölgelenmesinden ibaretmiş.

istiklalmahkemeleri

Aslında aynı günümüzdeki olaylar gibi değil mi? Bu İstiklal mahkemelerin kararları kitaplaşmaya başladıkça, o eserler bile yakın tarihimizin ana gövdesine önemli bir ışık tutabilir.

Devrim kanunları ile ilgili pek çok tartışma günümüze kadar gelmiştir. Hepsinin devlet sistemi içinde siyasal bir tercih sonucunda ortaya çıkmıştır. Yeni Cumhuriyet kurulduğunda Osmanlı’nın 150 yıldır yürüttüğü Batılılaşma ve modernleşme tartışmaları ve çatışmaları son bulmuştur. Farklı tartışmaları beraberinde getirse de, o dönem için doğru ya da yanlış olsalar da, artık bugün için bir tartışma ihtiyacı oluşturmayacak kadar ülkemizde normalleşmiştir. Kimse artık harf devrimi yanlıştı hadi geri dönüp Osmanlıca kullanalım demiyor artık ama Osmanlıca öğrenmek isteyenlerin sayısı da artıyor. Kaldı ki Latin alfabesine geçiş ile ilgili çok ilginç bir süreç yaşanmış ama bu ayrıntı da pek bugüne kadar dillendirilmemiş. Cumhuriyet’in daha kuruluş süreçlerinin ortasında 1921’de (İstiklal savaşı devam ederken) Bakü’de Türk devletleri ve Özerk Cumhuriyetleri bir araya gelip bir çeşit Türk Dilinde ortak iletişimin sağlanması ve birliğin oluşması için bir toplantı tertip edilmiş. Toplantıya Ankara Hükümeti adına Maarif Nazırı Hamdullah Subhi (Tanrıöver) katılmış. Bolşevik ihtilali sonrası yeni kurulan SSCB yönetimi, yeni rejim iyice benimsensin, halk desteği alsın diye yerel dil ve kültürel çeşitliliğe o vakit pek müdahil olmamış, hatta sempatik yaklaşmış. Başta Azerbaycan olmak üzere 20 Türk özerk Cumhuriyeti / Boy ortak Türkçe alfabe olarak Latin alfabesine geçilmesini talep etmiş. Türkiye Maarif Bakanı Hamdullah Subhi Bey bu talebe karşı çıkmış, “Buna Ankara’da Hükümetimizi ikna edemem” demiş. Onlar da “bizim 19’muz birden Latin alfabeye geçsek bile; sizler bizim öncümüz, büyüğümüz olarak bizi bu yolda yalnız mı bırakacaksınız? Hepimiz geçsek de yine de siz geçmeyecek misiniz? diye tepki vermişler. Hamdullah Subhi de “Tabi ki siz mutlaka geçin, şayet hepiniz geçerseniz tabi ki durum o zaman değişir biz de geçeriz o zaman” demiş. Nitekim o toplantıya katılan tüm devletler 1 yıl içinde Latin alfabesine geçmiş. Türkiye de savaştan sonra, devlet kurulduktan sonra tekrar oradakilerin de bastırmasıyla 1924’te Latin alfabesine geçmiş. Toplamda Türk boyları 12 yıl Latin alfabeside kaldıktan sonra, Türkiye ile de irtibatı kesmek adına Sovyetler her yerde Kiril alfabesine geçişi şart koşmuş ve Latin alfabesini yasaklamış. Tabi sadece bu nedenle harf devriminin izahatı doğru olmaz. Latin alfabeye geçiş tartışmaları Osmanlı’da yabancı ve azınlık okullarının daha da aktif olmasıyla hız kazanmıştır. Ayrıca I. Dünya Savaşı sonrası İmparatorluğun dağılma sürecinde hızla tetiklenen Arap milliyetçiliği akımları, dini eğitim üzerinden yürütülen istihbarat savaşları ve cami cemaatini tahrik edecek kadroların tüm bölgelerde yayılma çabaları vs. ile dine ve dindarlara mesafeli bir Türk memuran ve askeran kitlesinin doğmasını beraberinde tetiklemiş olabilir. Başına sarığı saran her provokatör, Lawrance’in yetiştirdiği kadroları önce İstanbul’un daha sonra da Ankara’nın elitlerinin ve devlet ricalinin dine ve dindarlara mesafe koymasına gerekçe oluşturmuş olabilir.

Zaten son dönemlerde Osmanlı ricalinde öyle dini hassasiyeti öne çıkaran bir yaşam tarzı pek de yokmuş. Dindarlık sokaktaki vatandaşın meselesi olmuş. Umur görmüş, yurtdışında eğitim almış, özellikle de Abdülhamid’in yetişsinler diye gönderdiği gençlik İstanbul’a dönünce ikilem yaşamış, önce kendisini yurt dışlarına gönderip yetişmelerini sağlayan padişahı devirmişler sonra da Cumhuriyete giden modernite yolunun kilit taşlarını döşemişler. Onlara kıyasla belki Mustafa Kemal Paşa ve ekibi daha konservatif bir yapıda. Bu Jön Türkler tayfasına mesafe koymuşlar, pek kadrolarına almak istememişler. Şımarık ve Osmanlı gerçeğinden uzak bulmuşlar.

Ama genel olarak ekipte bir Balkan ekolü tabi ki var. Askeri eğitim ve çalışma disiplininden geçmiş bir Türk subayı olarak çoğu yurt dışı eğitimi almış dönemdaşlarına göre daha yerel ve geleneğe dayalı bir düşünce ve eylem profilini sergilemişler.

Tabi her devrimin pratiği ideologların hedefleri ile bire bir örtüşmeyebilir . İfrat ve tefrit dengesizliklerine neden olan uygulamacılar; kraldan daha çok kralcı olanlar; yukarılara yaranmak ve daha hızlı terfi almak için vur deyince öldürenler her dönem çıkmıştır. Cumhuriyet devrimlerinin icrasında da halka rağmen halkı zorlayan uygulamalar olmuş. Belki de yeni bir anlayış ve yaşam tarzı oluşturmak için bir müddet uygulanmasında yarar görülmüş olabilir. Bu icraatların yansımaları sonraki dönemlerde daha da şiddetlenmiş, darbeler döneminde ise zirvelere ulaşmıştır. Dine dayalı her mesele cezalandırılmış ve aklı sıra Kemalizm sopası üzerinden askeri ve yargı vesayetleri halka zorla dayatılmış, din / devlet çatışma alanları oluşturulmuş; ülkenin güvenliğini tehlikeye sokan FETÖ ve benzeri kirli örgütlerin kucağına milletimiz bir nevi itilmek istenmiştir.

İnançlı kesim ve özellikle de son 20 yılda AK PARTİ’nin yönetim becerilerinin gölgede bırakılmasına yönelik sistematik bir çalışma ile Atatürk, Cumhuriyet / Devlet sevgisi, İstiklal mücadelesi vb. konularda münferit beyan ve uygulamaları geneli yansıtıyormuş gibi üretilen algı üzerinden siyaset meydanında çatışmalar, fay hatları ve olumsuz algı yönetimleri ile oy devşirmeye yönelik çabalar hep devam etmektedir. Sanki bu toprakların müdafaasında sadece belli bir kesimin dedeleri cepheye koşmuş ve özellikle dini hassasiyeti olanlarınki kaçmış ve şimdiki hükümet de aynı duyarsızlığı devam ettiriyormuşçasına kirli bir propaganda yöntemi icra edilmektedir. Bu devleti, bu vatanı ve bayrağı ortak payda olarak gören ve Atatürk gibi tarihimize hizmet etmiş tüm büyüklerimize karşı saygıda ve muhabbette kusur etmediğimizi sürekli olarak neden sürekli anlatmak mecburiyetinde kalıyoruz? Vicdan sahibi ve vatanperver insanlar siyasi olarak bakmadan, ülkelerinin çıkarları için bu gibi ortak paydalarımızın korunmasına yönelik hassaten kafa yorması gerekiyor.

Ad

Son olarak putperestlik gibi algılanacak şekilde -ölmüş ya da yaşayan hiç farketmez- ortak değerimiz olan bir lider üzerinden başkalarına baskı yapmak aslında bir samimiyet tartışmasını da beraberinde getirmektedir. Bunu sadece bir “Kemalizm” tartışma konusu olarak da ifade etmiyoruz. Güçlü olan her liderin ismi yaşarken de, vefat ettikten sonra da ahlaksız, çıkarcı ve samimiyetsiz yaklaşımlarla istismar edilebilir. Nitekim devletimizin banisi Mustafa Kemal Atatürk’ün vefatı öncesinde, son dönemlerinde üzüntülü olduğu tarihçilerimiz tarafından ifade edilmektedir. Etkisizleştirmek ve karar sistemlerinin dışına itilmek istenmiş. Vefatı sonrası uzun bir süre ismi sistemin dışına itilmiş. Kendi kabinesinde bakan olarak görev yapmış olan Dr. Rıza Nur, kendi egosunu merkeze alarak “ben ben” diyerek, sürekli Atatürk’e olan kıskançlığını hissettirerek iftiralara varan hatıratı ile aslında bir bakıma sizce bugüne de bir ışık tutmuyor mu? Bu türden acınacak hadiseleri hep birlikte günümüz siyaset sahnesinde de izlemiyor muyuz?

Her güçlü liderin etrafından kopmuş, liderine husumet beslemiş insanların her dönemde olması işin maalesef doğasında olan bir durum sanki. Aynı şekilde Cumhuriyetimizin kurucusu olan bir lidere karşı beslediği kıskançlık ve husumet sonucunda onun ismini kötüleyecek şekilde anılar ve uygulamaları vefatından sonra da birileri çirkin bir şekilde pekâlâ devam ettirebilir. Yıllarca Atatürk ismini veya sonradan istismar etmek üzere üretilen Kemalizm ideolojisi üzerinden inançlı, demokrat, sağ, sol veya etnik yapıları; farklı ayrımcılık lisanlarını geliştirerek kitleleri devletten soğutacak ve Atatürk düşmanlığı yaptıracak sistemli çalışmaların olmuş olabileceğini akıllardan çıkarmamakta fayda var.

Tıpkı bu dönemde de yaşadığımız gibi; yıllarca Erdoğan isminin yanında yer almış, onun rüzgarı ve gücüyle hem bir yerlere gelmiş hem de pek de becerikli olmadığı halde onu arkadan desteklemesi ile başarılı olmasını sağladığı dünya çapındaki bir lideri terk ettikten sonra husumet beslemesi, nefret söylemleri ile siyaset yapmaları gibi, tarihimizin pek çok gerçekleri çarpıtılmış olabilir.

Hiç şüphesiz, gönüllüleri kirlenmiş insanlar her türlü iftirayı geçmişteki liderlerine atabilir; Hiç fark etmez dindarı, liberal, demokrat, sağcı, solcu; hangi meşrepten olursa olsun uzunca bir dönem AK PARTİ saflarında yer aldıktan sonra kolayca ekmek hakkı, su hakkı demeden, yaşanan her türlü güzelliklerin üzerini çizebilir, adeta bir kıskançlık makinasına dönüşebilir; buna bugün milletimiz şaşırarak şahit oluyor.

Son husus; artık eski dönemleri bitirme dönemi gelmiştir. 70’ler, 80’ler ve 90’larda olduğu gibi tarihimize ideolojik kamplardan bakmak durumunda değiliz. O dönemin sıkıntılı şartlarında herkes kendince bir hikayeyi tarihin anlatımında kullandı. Ama artık o dönemler bitti; çok iyi yetişmiş genç / yaşlı tarihçilerimiz var. Çok spesifik bir alanda ömrünü, gençliğini vakfetmiş araştırmacılarımız var. Sırf Sakarya Muharebelerini çalışan, santim santim cephe hatlarında dolaşıp yatıp kalkan savaş tarihçilerimiz var. Tarihimizi inanç ya da siyasi perspektiflere sıkı sıkıya yapışarak öğrenmemizi gerektirecek hiçbir tabumuz da olamaz. Elin adamı kendi kralının tarihini her ülkenin inanç ve kültür yapısına göre aracılar vasıtasıyla yarı şaka yarı ciddi bir çeşit yumuşak güç enstrümanı olarak kullanabilirken; “Bizim Hıristiyan gibi gözüken Kralımız aslında gizli bir Müslümandır” üçkağıtını bir Müslüman kanaat önderi üzerinden bile yaptırma becerisi gösterirken, bari biz kendi tarihimize yabancılaşmayalım. Tarihimizi gerçek tarihçilerden öğrenelim. Atatürk ve Cumhuriyet tarihi ne meyhanelerde rakı kadehleri tokuşturulup iktidar aleyhine kullanılmak, küfretmek üzere, ne de dini sohbetlerde Müslümanları tahrik etme ve gaza getirilmek üzere bir malzemeye dönüştürülmesine müsaade edilmemeli. 208 üniversitemiz, Kültür ve Turizm Bakanlığı Atatürk Yüksek Kurumu uhdesinde olan 5 ayrı kurumumuz ve Türk Tarih Kurumumuz ile her türlü çalışma ve araştırma her gün daha da artarak yapılmaktadır. Geçmişe nazaran inanılmaz sayıda hatıratlar, makaleler, tezler ve kitaplar bol bol basılmaktadır. Yayınevlerimizin önemli bir kesimi artık o eski faşizan yaklaşımları bırakmış durumdadır; ne gereğinden fazla yalanlarla dolu güzellemeler yapmakta, ne de düşmanlığını.

Ad

Zaten yeni gelmekte olan genç nesillerimiz bizlere kıyasla hem daha şanslı, hem de daha adil bir şekilde tarihe bakmaya çalışmaktalar.

Hakikat ne ise ona ulaşmaya çalışalım. Eğrisiyle doğrusuyla tarihimiz bizim.

Tarihimizden gelen tüm ortak değerlerimiz hepimize ait; ayırt etmeksizin hepsine sahip çıkalım. Günahı ile sevabı ile geçmişimizi rahmetle ve şükranla yâd edelim, tarihimiz üzerinden teopolitik yönlendirmeler yapmak isteyenlerin ellerini boşa çıkaralım.